İçindekiler
İstanbul’da yaşamayalım İstanbul’u yaşayalım diyerek başlıyorum yazıma… Herkese tavsiye ediyorum ayda bir Pazar gününüzü İstanbul’un bir köşesini turist gibi gezmek için ayırın. İnanılmaz zevk alacaksınız.. Söz veriyorum… Bu yazımla tarihi yarımada bölgesinden bahsedeceğim.
Öncelikle çok kısa İstanbul’un tarihine bakalım
8500 yıllık geçmişi ile 3 imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul. İstanbul, Roma gibi 7 tepe üzerine kurulmuş fakat bu tepeler bugün bildiğimiz tepeler değil. Tarihi yarımada üzerinde ki tepelere kurulmuş İstanbul. Yani Çamlıca tepesi bu tepelerden değil 🙂
Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’leri birinci tepede bulunuyor. O dönemde surun içindeki bölümün dışındaki yerlere asla İstanbul demiyorlarmış. Karşı denildiği zaman akla asla Kadıköy gelmiyormuş, Galata geliyormuş. Taksim bile yokmuş 🙂
324 – 1453 yılları arasınında İstanbul Roma’nın doğusunun yönetim merkezi olmuş. 360’da Konstantin; Roma İmparatorluğu’nun dinini de Hıristiyanlık olarak değiştirmiş ve Pagan Roma dinine inanan Batı ile ilk kopuş bu dönemde olmuş.
476’da Batı Roma yıkılınca, Batı Roma İmparatorluğu’ndaki Romalıların büyük bir çoğunluğu buraya gelmiş. Ve Bizans İmparatorluğu’nun da başkenti böylece İstanbul olmuş. Defalarca saldırıya uğrayan İstanbul, 1204’te 4. Haçlı Seferi’nde de yağmalanmış. Latinlerin dönemi 1261’de sona ermiş. Bu dönemden sonra giderek küçülen Bizans; Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1391’den sonra kuşatılmaya başlanmış.
İstanbul 29 Mayıs 1453 tarihinde 21 yaşındaki Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet (Sultan 2. Mehmet) tarafından fethedilmiş. 6 Nisan 1453 tarihinde Osmanlı Ordusu tarafından kuşatılan İstanbul, 53 günlük kuşatmanın ardından fethedilmiş.
Yüzlerce saray, çarşı, cami, okul ve hamam açılmış, İstanbul 50 yıl içinde Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların uyum içinde yaşadığı, dünyanın en büyük şehirlerinden birisi haline gelmiş.
İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedildikten sonra bir sürü ismi olmuş. İstanbul’un kelime olarak kökeni “şehre” demek olan “stan” ve “şehir” anlamında ki “polis” kelimelerinin birleşiminden geldiği düşünülmekte.
Osmanlı döneminde “Konstantiniyye”, “Stanpolis”, “Dersaadet”, “Asitane”, “Darülhilafe” ve “Makarrı Saltanat” olarak da adlandırılan şehrin adı Cumhuriyet’in ilanından sonra “İstanbul” olarak kabul edilmiş. (1930)
Bugün İstanbul’un toplam 39 ilçesi bulunmakta. Bu ilçelerin 25’i Avrupa Yakası’nda, 14’ü ise Anadolu Yakası’nda. 15.660.467 kişilik nüfusuyla iktisat ve nüfus açısından da dünyanın en büyük metropollerinden biri.
Tarihi Yarımada turuna başlamadan önce, Tarihi Yarımada’nın tarihine bir baksak fena olmaz değil mi?
Tarihi Yarımadanın kısa tarihi 🙂
Bütün hikâye Apollon Tapınağı’nın kahininin dudaklarından dökülen sözlerle başlıyor. Sene 638 ama milattan önce. Korint Körfezi’nde (Komşu Yunanistan) bir kral (Byzas) halkıyla beraber yeni bir koloni kurma düşüncesi ile yollara düşmüş.
Yola düşmeden önce kral Byzas’ta danışmak için Apollon Tapınağı’na gidip fikrini almış. Tapınakdaki kahinler Byzas’a ‘Doğu’ya gidin ve Körler Ülkesi’nin karşısına yerleşin’ demiş. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Sarayburnu sırtlarına gelip muhteşem manzarayı görence kolini kurması gereken yer olduğunu anlamış.
Sarayburnuna geldiğinde birazda şaşırmış, çünkü kendinden önce buraya göç eden Yunan kolonisinin Sarayburnu dururken neden karşı kıyıya yerleşmiş olduklarını anlamamış. İşte Kadıköy’ün antik dönemdeki adı böyle olmuş. Khalkedon yani körler ülkesi. Byzas; ‘Bu güzelliği görmeden nasıl gidip karşı kıyıya yerleşirler, demek ki kâhinin bahsettiği körler bunlar ve körler ülkesi de burası’ deyip tam karşısına Byzantion’u inşa ettirmiş.
Kral Byzas’tan yaklaşık olarak 1000 yıl sonra n sonrasında MÖ 330 yılında Roma imaparatoru Konstantin bu muhteşem manzaraya hayran kalmış. Ve Roma’nın ikinci başkenti olarak Byzantion’u ilan etmiş adını “Konstantinopolis” olarak değiştirmiş.
Roma; Batı Roma ve Doğu Roma olarak ikiye ayrıldıktan sonra Doğu Roma’nın başkenti olan Konstantinopolis 1000 yıl boyunca Bizans’a ondan sonra da neredeyse 500 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na başkent olmuş.
Tarihi Yarımada’ya Nasıl Gidilir?
Çok kolay ama dikkat etmeniz gereken bir şey, özel araçla gitmemek. İlla ki özel aracımla gideceğim diyorsanız da aracınızı merkezi bir yerde bırakarak yürüyerek yola devam etmek. Böylece hem çıkılması imkânsız yollara girmezsiniz hem de tarihin hiç bir detayını kaçırmadan gezinize devam etmiş olursunuz. Özetle; Sultanahmet Tarihi Yarımada’nın kalbidir ve buraya araçla girmeniz mümkün olsa da çıkmanız pek mümkün değil. Trafiğe kapalı sokaklar bir kenara dursun açık sokaklardaki araç trafiği de sizi canınızdan bezdirebilir. İyisi mi siz metro e tramvay gibi hızlı bir ulaşım aracı seçin kendinize.
At meydanı ” Hipodrom”
Osmanlılar zamanında “At Meydanı”, Roma ve Bizanslılar tarafından ise “Hipodrom” olarak adlandırılmış.
Bizans döneminde bugünkü Sultanahmet Camii’nin hemen önünde yer alan Hipodrom’da, tekerlekli araba yarışları yapılırmış. Arabalar, Dikilitaş, Yılanlı Sütunun bulunduğu “Spina” olarak adlandırılan bu alanın etrafında dönerlermiş. Genişliği 117, uzunluğu ise 480 metre olan Hipodrom, 100 bin kişilik bir kapasiteye sahipmiş. Venedik meydanında sergilenen at heykelleri size yabancı gelmeyebilir. Hipodrom meydanında ki at heykelleri İstanbul’un Latinler tarafından istilası sırasında hipodrom meydanından götürülmüş.
O dönemden “Dikilitaş”, “Yılanlı Sütun” ve “Örme Sütun” günümüze ulaşabilmiş.
Dikilitaş
Dikilitaş ilk olarak Mısır firavunu 3. Tutmosis tarafından MÖ 1550’li yıllarda yaptırılmış ve Karnak tapınağına dikilmiş. Doğu ve Batı Roma’nın son İmparatoru, döneminde “Hıristiyanlığı” devlet dini ilan eden, I. Theodosius tarafından Mısır’dan getirtilmiş.
Aslı 30 metre olduğu düşünülen Thutmosis Obeliski taşıma esnasında veya daha sonraki bir değişiklikle boyu kısalmış kaidesi hariç yaklaşık 18,5 metrelik kısmı kalmış. Bu hali ile dahi 200 ton ağırlığında olduğu tahmin ediliyor.
Burmalı Sütun
İmprator Konstantin tarafından İstanbul’a getirilen Yılanlı Sütun ya da diğer adıyla Burma Sütun; Yunan şehir devletlerinin Perslere karşı kazandıkları zaferin anısına, Dephi’deki (Delfi) Apollo tapınağına dikilmiş.
MÖ 479 yılındaki Pers saldırısını, Platea bölgesindeki savaşta bertaraf eden 31 kadar Yunan şehir devleti; elde ettikleri bronzların bir kısmını eriterek bu 3 başlı ve 29 burmalı zafer takını yapmışlar. Yunan mitolojisinde güçlü bir canavar olan 3 başlı yılan, Tanrı Apollo tarafından öldürülmüş. Persleri bu canavara benzeten Yunanlar, efsaneye atıfta bulunarak heykeli buraya dikmişlerdir.
Çan şeklindeki kaidenin üstünde, birbirine dolanmış 3 yılandan meydana gelen sütunun tepesinde, içinde sürekli ateş yanan altın bir kazan varmış. Yılanların başları da bu kazanı taşımaktaymış. Altın kazan, sonraki yüzyıllarda mali sıkıntılar nedeniyle eritilmiş.
Konstantinopolis’i başkent yapan İmparator 1.Konstantin, Burma Sütun’u MS 324’de İstanbul’a getirtmiş. Tarihi kayıtlara göre sütunun yılan başları 1700’lere kadar yerinde duruyormuş. Yılanlardan birinin başı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, diğeri ise İngiltere’deki British Museum’da. Bugün 5 metrelik kısmı ayakta olan eserin, şehri yılanlardan, böceklerden, çıyanlardan ve akreplerden koruduğuna da inanılıyormuş.
Örme Sütun
Örme Dikilitaş (Örme Sütun) veya daha az bilinen adıyla Konstantin Dikilitaşı, 32 metre uzunluğunda. Her ne kadar şehrin kurucusunun adını taşısa da kimin yaptırdığı net olarak belli değil. Mermer kaidesine de “7.Constantinus, Rodos şehrindeki dev anıtla rekabet edecek bir şaheser yarattı” yazmakta.
Örme Dikilitaş’ın bugün toprak seviyesinin altında kalan mermer kaidesini diğer yüzünde ise 6 mısralık Grekçe bir yazıt bulunmakta: “Bu dört köşeli heybetli ve harika anıt, zamanla harap olmuşken, şimdi imparator Constantinus ile devletin şanı olan oğlu Romanos tarafından önceki görüntüsüne nispetle daha iyi duruma getirildi. Rodos kolosu harikulade idi, bu bronz anıt ise hayranlık yaratmaktadır.”
Vakti zamanında Örme Sütun’un en üstünde tunç bir küre ve sütunun etrafının tunç kaplamalarla kaplı olduğu bilinmekte. Ne yazık ki bunlar da yine (pek çok eser gibi) Latin istilası sırasında, para basmak amacıyla eritilmiş.
Sultanahmet Cami
Bu semte adını veren, dini bir bayram ya da özel bir gün olsun olmasın her zaman kalabalık olan ve bir defa da olsa mutlaka görmeniz gereken camilerden biri Sultanahmet Cami. Sultan 1. Ahmet bu camiyi yaptırırken öyle heybetli olsun, öyle heybetli olsun ki İstanbul’un her yerinden görülebilsin demiş ve sonuç ortada.
Evet, hikâyemiz Sultan 1. Ahmet’in İstanbul’un her yerinden görünecek bir cami yapımını emretmesiyle başlıyor. Biraz kendisinden bahsetmek gerekirse; 14 yaşında tahta çıkmış oldukça genç ve toy bir sultan kendisi. Tahta çıktıktan 5 sene sonra, kendi adına bir cami yapılmasını istiyor ve emrini veriyor. Sadece İstanbul’un her yerinden görünmesini istemiyor tabi, aynı zamanda mimari yönden de çok güçlü olmasını istiyor. Bu sebeple hem sedef ustası hem de mimar olan Sedefkar Mehmet Ağa ile anlaşıyor.
Bizim Mehmet Ağa, ortaya çıkaracağı eserin güçlü rakiplerinin de farkında; Ayasofya & Süleymaniye Cami. Tatlı bir rekabetle bakmaya doyamadığımız bir sanat harikası çıkıyor ortaya; Sultanahmet Cami. Bitti mi? Elbette hayır, halk içinde bulundukları durumda cami için bu kadar para harcanmasına ciddi tepkiler göstermiş. Osmanlı o dönemde toprak kayıpları yaşarken, ekonomisi gerilerken bir cami için bu kadar bütçe harcanması, üstelik bu bütçenin savaş ganimetleri ile değil de devletin bütçesinden çıkması halkı bir hayli üzmüş ve kızdırmış. 1590 ile 1617 yılları arasında, külliye olarak inşa edilen bu eserin önce cami, arasta ve hünkâr kasrı (bugün Vakıflar Halı Müzesi olarak kullanılıyor) bölümleri açılmış, törenler eşliğinde.
Diğer bölümlerin inşaatı 1920 yılına kadar sürmüş. Diğer bölümleri ise; sibyan mektebi, medrese, arasta, darüşşifa, imarethane (bugün Marmara Üniversitesi rektörlük binası olarak kullanılıyor), konuk evi ve türbelerden oluşuyor. Rivayet odur ki, Sultan 1. Ahmet, temel atma töreninde eteğine taşları doldurarak işçilere yardım etmiş. I. Ahmet öldüğü zaman, türbesi yapılarak kendisi buraya defnedilmiş.
Ancak Sultanahmet Cami’nin hikâyesi burada da bitmiyor. Bir de camiye yedinci minarenin eklenmesi hadisesi var. Anlayacağınız yine ayrı bir sansasyon. Tarihe baktığımızda yapıların bile bir yarış halinde olduğunu görüyoruz, Süleymani’ye Ayasofya’Yı, Ayasofya Süleyman Mabedi’ni (Kudüs) aşmak istemiş. Sultanahmet Cami yapılırken, atalara saygısızlık olmaması için sadece Ayasofya’yı aşması yönünde karar verilmiş ve cami nihayetinde Osmanlı’da başka bir örneği olmayacak bir şekilde yapılmış; 6 minareli. Bir kısım bu 6 minareli caminin görkemiyle büyülenirken, başka bir kısım da bunu Kâbe’deki camiye saygısızlık olarak görmüş. Neden? Çünkü Kâbe’deki caminin de 6 minaresi var. Bu kargaşadan yorulan Sultan I. Ahmet’in Kabe’deki camiye 7. minareyi ekletmiş ve karmaşa son bulmuş. Bir rivayet daha var ki, onu da anlatmadan geçemeyeceğim. Sultan 1. Ahmet biraz gösterişi seviyor, onu anlamışsınızdır. Caminin minarelerini altından yaptırmak istemiş. Sedefkar Mehmet Ağa, bakmış ki o dönemki ekonomide olacak iş değil, ben onu ‘altın’ değil ‘altı’ anladım deyip altı tane minareyi konduruvermiş Sultanahmet Cami’ne.
Cami’nin mimarisine biraz daha baktığımızda; ön ve yan kısımlarında geniş avlular bulunduğunu görüyoruz. Ayrıca çevresi pencereli ve sekiz kapılı bir duvar ile çevrilmiş. Batı kısmına baktığınızda avlu girişlerinin üzerinde asılı demir bir zincir göreceksiniz. Bu zincirin hikâyesi de çok güzel. Zamanında camiye at sırtında girebilen tek kişi padişahmış ve o da bu asılı zincirler sebebiyle, başını öne eğerek girermiş. Burada verilmek istenen mesaj, padişah dahi olsa camiye girerken kendine çeki düzen vermesi ve saygı göstermesi gerektiğiymiş. Caminin dış bölümünden içeriye girdiğimizde; 30 kubbe ve 26 sütundan oluştuğunu görüyoruz. Kare mermer bir iç avlu, şadırvan ve 43 metre yüksekliğinde 24 metre çapında ana kubbeli bir plandan oluşuyor. Ana kubbeyi, beşer metre çapındaki dört fil ayağı taşıyor. Ana kubbede ve yarım kubbelerde toplam 260 pencere bulunuyor ve bu pencereler, Sultanahmet Cami’ne başka hiç bir camide olmayan bir aydınlık veriyor. Vakti zamanında kandillerin olduğu devasa avizelerde şimdi sıra sıra dizilmiş ampuller bulunuyor. Camiye üç ayrı kapıdan girebiliyorsunuz ama bu kapılar içinde asıl giriş, Hipodrom tarafında bulunan ana kapıdan. Bu kapıdan girdiğinizde sizi mermer mihrap ve onun yanındaki minber karşılıyor. İşte bu kısımda Mehmet Ağa’nın mimari ve resim yeteneğinin nasıl güzel birleştiğini ve Mimar Sinan’ın ne kadar başarılı bir öğrencisi olduğunu görebilirsiniz. Camiye giriş yaptığınız her kapıda sizi ayrı bir güzellikte çiniler ve süsler karşılıyor. İçerisinde 21.000’in üzerinde İznik çinisi var. Caminin bütün duvarlarında mavi,firuze,yeşil ve kırmızı ve genellikle bitki motifleriyle süslenmiş çini panolar yer alıyor. Turistlerin Sultanahmet Cami’ne Mavi Cami demelerinin sebebi de bu aslında, mavi tonlarında yapılmış binlerce çini.
Ayasofya
Ayasofya! yazımda daha detaylı bilgi ve videolar olduğunu hatırlatarak devam ediyorum 🙂 Sofya eski Yunan dilinde ‘bilgelik’ anlamına geliyor, ‘Aya’ ise kutsal demek, yani; ilahi bilgelik, kutsal bilgelik anlamına geliyor Ayasofya. Ayrıca bu onu dünyanın 8. harikası olarak tanımlamış biliyor muydunuz? Cidden hem mimari hem de sanatsal açıdan çok çok kıymetli bir eser Ayasofya. Üzerine dini anlamdaki önemi de konulunca, en kıymetli dünya miraslarından biri haline geliyor. Ayasofya İstanbul’da yapılan en büyük Bizans kilisesi ve tam 3 kez yapıldığını ve son kez yapıldıktan sonra tam 1000 yıl boyunca ( İspanya’daki Sevilla Katedrali tamamlanana kadar ) dünyanın en büyük katedrali ünvanını taşıdığını biliyor muydunuz? yüzölçümü bakımından, St. Petro Katedrali (Vatikan), St. Paul Katedrali (Londra) ve Sevilla Katedrali’nden (İspanya) sonra dünyanın en büyük 4. katedrali ünvanını taşıyor.
Ayasofya’nın mimarisindeki en önemli yenilik, orta mekâna hâkim olan kubbe. Yüksekliği 55.60 m, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87m
Bu büyük kubbeyi yapmak hiç kolay olmamış. 15 katlı bir bina yüksekliğinde olan Ayasofya hiç metal kullanmadan taş yığma yöntem ile yapılmış. Ve bu tonlarca ağırlığı kaldırabilmesi için özel tuğla ve sıva üretilmiş. Ağırlık yükünü azaltmak için Rodos’ta üretildiği düşünülen özel hafif tuğlalar kullanmışlar.( Yapılan testlerde günümüz tuğlaları suda batarken, Ayasof’yanın tuğlaları suda batmıyor.)
Kubbe ilk tamamlandığında hızlı ve büyük yapı yapmanın bir takım sonuçları ile karşılaşılmış. Yapıldıktan 20 yıl sonra bir deprem sırasında yıkılmış. 3. yapılan kubbe mimari ile olarak biraz farklılaştırılmış. Bugün gördüğümüz kubbe 1500 yıl önce yapılan 3.kubbe.
16yy Mimar Sinan tarafından restore ederken binayı 8 payanda ile desteklemek gerekmiş. Zamanla yapı yanlara doğru esnemeye başlamış. Üst galeride bu eğrilmeleri sütün ve duvarlarda görmeniz mümkün.
Size biraz tarihinden bahsedeyim.
Büyük Konstantin Birinci Ayasofya’nın yapımını başlatıyor ama M.S 337’de öldüğü için ibadete açıldığını görmek kısmet olmuyor. Tamamlanması ve ibadete açılması MS 360 yılında oluyo, oğlu Konstantios babasından kalan görevi devralıyor ve burayı son haline getiriyor. Tamamlanan inşaattan sonra buraya Megalo Eklesia adını veriyorlar, Yunanca’da Büyük Kilise demekmiş. Bu kilisenin ömrü 44 sene olmuş, MS 404’te büyük bir halk ayaklanması çıkıyor ve ne yazık ki yakılıp yıkılıyor.
Ardından ikinci Ayasofya’nın inşaatı başlıyor, ilki yakılıp yıkıldıktan sonra tam 11 yıl sonra. MS 415’te İmparator II. Theodosyus tarafından yaptırılıyor. Onun ömrü de 117 yıl sürüyor, MS 532 yılında yine bir halk ayaklanması (Nika İsyanı) esnasında yıkılıyor. Bu ayaklanma İmparator Justinianos zamanında çıkmış. İkinci kilise ardında sadece bahçedeki ve avludaki sütunları bırakmış. Bir Yüzyıllar sonra, 1935’te yapılan kazılarda zeminin iki metre altında 12 havariyi simgeleyen kabartmalar ile süslü friz parçaları ve anıtsal giriş merdivenleri bulunmuş. Bunlar Ayasofya’nın bahçesinde sergileniyor, görebilirsiniz.
Ve artık sona doğru yaklaşıyoruz, üçüncü ve son Ayasofya. Özelliği üçüncü kez inşa edilmesinden ibaret değil elbette ayrıca dünyada en hızlı inşa edilen ve en eski katedral olma özelliğini taşıyor. Sene 532, İmparator Justinianos yapımı emrini veriyor ve 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanarak 26 Aralık 537’de ibadete açılıyor.
İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması ve kısa zamanda bitirilmesi için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiş. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; antik şehir kalıntılarından getirilmiş. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmakta.
İnşaatın yapımına matematikçi Antemios başlıyor ve iki yıl sonra vefat ettiğinde fizikçi Antemios devam ediyor. Üçüncü Ayasofya’nın inşaatında tam 10.000 işçi ve 1000 usta çalışıyor. Bu muhteşem yapı dördüncü haçlı seferleri esnasında ciddi anlamda tahrip oluyor.
IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, Ayasofya ve İstanbul çok hunharca yağmalanmış.
Hatta Ayasofya’nun üst katında haçlı seferininin finansal olarak destekleyen Venedikli dükün mezarı bulunmakta. 93 yaşında ve kör olan dül işgalden 1 sene ölür ve Ayasofya’ya gömülmek ister. Mezar taşı hala duruyor fakat bazı kaynaklar şehir Bizans tarafından geri alınınca kemiklerin Haliç’e atıldığı söyleniyor.
İstanbul’un fethi ile birlikte de camiye çevriliyor ve elbette islami bir takım unsurlar ilave ediliyor. İstanbul fethedildiğinde şehirde bulunan 410 kilise 300 manastırdan sadece 36 tanesini camiye cevirmiş.
Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’ya ilk minareyi ekletiyor. Bu ahşap minare günümüze kadar sağ kalmıyor tabi. Sultan II. Bayezid ve Sultan Ahmet dönemleri olmak üzere 4 minare eklenmiş.
Ayasofya’ya eklemeler minarelerle bitmiyor, sırasıyla II. Selim’in türbesi ve II. Murat ile III. Mehmed’in türbesi de ekleniyor. II. Selim hayattayken kubbesini sağlamlaştırmayı da ihmal etmiyor. Osmanlı dönemi boyunca Ayasofya’ya vaaz kürsüsü, müezzin mahfili, mermer bir minber de ekleniyor. III. Murad Helenistik dönemden kalan, bektaşi taşından yapılmış iki tane küpü ana salona yerleştiriyor. Bu küpleri Bergama Antik Kenti’nden çıkarılmış. I. Mahmud zamanına geldiğimizde bahçeye bir medrese, bir imarethane, bir şadırvan ve bir kütüphane eklendiğini görüyoruz. Artık Ayasofya iyiyden iyiye bir külliyeye dönüşüyor. Üçüncü Ayasofya Osmanlı dönemindeki en iyi restorasyonunu Abdülmecit döneminde geçiriyor. 1947’de başlayan çalışma iki sene sürüyor ve çalışmayı İtalyan asıllı Fossati kardeşler yapıyor.
Cumhuriyetin ilanından 12 sene sonra, 1 Şubat 1935 yılında Ayasofya müze oluyor ve 1985’te UNESCO dünya mirası listesine giriyor. 24 Temmuz 1920’ye geldiğimizde de, Ayasofya tekrar camiye çevrildi. Şimdilerde, namaz vaktinde kapanan perdelere, halı ile kaplı bir zemine sahip.
Ayasofya’nın Mimar Sinan’a ilham veren bir tasarımı olduğunu söylemeden geçmek olmaz. Dünyadaki mimarlık tarihine baktığımızda, ilk kez Ayasofya’da dikdörtgen bir planın üzerine oluşturulan karede, merkezi bir ana kubbe ve etrafına onu destekleyen yarım kubbelerin yapıldığını görüyoruz. Mimar Sinan’da camilerinde Ayasofya’nın bu planını kullanmaya devam etmiş hep. Unutmadan, Ayasofya’nın kubbe yüksekliği 55.6 mt.
Ayasofya’nın mimarisi, detayları anlatmakla bitmez ama son olarak kapılarından bahsedip şimdilik Ayasofya hikâyesini tamamlıyorum.
Ayasofya’nın kapılarını dört bölüme ayırmışlar. Dış narteksten iç nartekse geçiş kapıları, iç narteksten ana mekâna geçiş kapıları, imparator kapısı ile vestibül kapı ve savaşçılar geçidi. İlk sırada dış narteksten iç nartekse geçiş kapıları yer alıyor ve burada 5 kapı bulunuyor. Bu kapılar Ayasofya’nın batı cephesinde bulunuyorlar. Ortadaki 3 kapı tam 1500 yıllık.
İç narteksi geçip ana mekâna ilerlediğinizde sizi dokuz kapı karşılıyor. Ortadaki kapı, imparator kapısı ( emperial kapı ). Adından da anlaşılacağı üzere bu kapı, imparatorların Ayasofya’ya giriş yaptığı kapı. Bu dokuz kapı geçmişte gümüş ve altınlarla süslü çok gösterişli kapılarmış ama 4. Haçlı Seferi esnasında ciddi anlamda yağmalanmışlar. İmparator kapısının iki yanında bulunan mermerlerde çökmeler göreceksiniz. Buralarda muhafızlar beklediği için zamanla çökmeler oluşmuş. İmparator kapısının üzerinde 9.YY’dan kalan bir mozaik bulunuyor. Bu kapıyla ilgili Osmanlı ve Roma kaynaklarına baktığımızda, tahtadan yapıldığına dair bilgiler görüyoruz. Hem de sıradan bir tahta değil, Nuh’un gemisinin tahtaları. O kadar ki, Osmanlı ve Roma döneminde denizciler İstanbul’dan çıkmadan önce mutlaka bu kapıyı ziyaret ederlermiş. Son olarak Vestibül Kapı ( Orea Porta ) anlamı; güzel kapı. Bu kapı M.Ö. 2. YY’dan kalma yani Ayasofya’nın en eski mimari parçası. Üstelik bir Tarsus’taki Pagan tapınağından sökülüp getirilmiş. İmparator Teofilus kapıyı ilk getirttiğinde Ayasofya’ya sığmamış, sonra zemni kazarak monte etmişler. Doğu Roma zamanında bu kapıdan imparatoriçeler ve imparatorlar geçermiş. İmparator, iç nartekse geçmeden önce kılıcını ve tacını koridord bırakırmış, bu koridorun adı ise; Savaşçılar Geçiti. Mufafızlar da koridorda imparatoru beklermiş.
Ayasofya’da en çok ziyaret edilen bölümlerden biri Hızır Makamı. Burası insanların Hızır ile buluşabileceklerine inandıkları 3 hızır makamından biri. Diğer ikisi de Atik Valide Cami ( Üsküdar ) ve Atik Ali Paşa Cami’nde ( Beyazıt ) bulunuyor. İnanışa göre, bu noktalarda 40 defa sabah namazı kılarsanız, Hızır ile buluşuyorsunuz. Hızır makamını Ayasofya’nın tam ortası olarak kabul edilen kubbenin altında görebilirsiniz.
Ağlayan sütun da yine hızır makamı gibi sık ziyaret edilen noktalardan biri. Dilek tutmak için kullanıldığını az çok tahmin etmişsinizdir sanırım. Sütunun ortasında hafif nemli bir delik ve ve bu ıslaklığın Hz. Meryem’in gözyaşlarından geldiğine inanılıyor. Eğer baş parmağınızı buraya koyar ve elinizi hiç kaldırmadan tam bir tur attırırsanız dileklerinizin kabul olacağına inanılıyor. Ayrıca bir ağrınız, sızınız varsa oyuktan çıkardığınız parmağı oraya sürdüğünüzde şifa bulacağınıza dair de bir inanış var.
Yerebatan Sarnıcı
Evet, sıra geldi Yerebatan Sarnıcı’na. Burası aslında Bizans döneminde şehrin su ihtiyacını karşılamak için yaptırılmış. I. Justinianus hem kendi yaşadığı Büyük Saray’ın hem de bölgenin su ihtiyacını karşılamak için Yerebatan Sarnıcı’nı yaptırmış. Belgrad ormanındaki sular Bozdoğan Kemeri ve başka su kemerleri vasıtasıyla sarnıca getiriliyormuş. O dönem için muhteşem bir teknik değil mi? Sarnıç tam 9800 m2’ye yayılmış durumda, toplam 336 sütundan oluşuyor.
Su depolama kapasitesi tam 100.000 ton. Sarnıç olarak yapılan bu yapı o kadar görkemli geniş ki, bir zamanlar Yerebatan Sarayı olarak da anılmış. Hikâyenin üzücü kısmı sarnıcın Bizans zamanında kapatılması ve kaderine terk edilmesi, hem de yüzyıllar boyunca. Osmanlı döneminde sadece Topkapı Sarayı’nın bahçe kısmını sulamak için kullanılmış. III. Ahmet ve II. Abdülhamit döneminde bakımı yapılarak onarılmış, sarnıcın üzerine yapılan evler kaldırılmış. 1987 yılında o dönemin belediyesi Yerebatan Sarnıcı’nı gezilecek yerler arasına ekleyerek ziyarete açmış, çok da iyi olmuş çünkü burası 1500 yıllık bir miras.
16. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Batılılar tarafından fark edilmemiş, nihayet 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin tarafından keşfedilip ünlenmiş.
Gezgin Ayasofya civarında dolaşırken, buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri yuvarlak büyük deliklerden, ev halkının aşağıya sarkıttıkları kovalarla su çektikleri, hatta balık tuttuklarını öğrenmiş.
Sarnıcın sularında yaşayan aynalı sazanları göreceksiniz, işte o sazanlar 1955 yılında başlayan ve tam 3 yıl süren tadilattan sonra eklenmiş. Balıkların arasında parlayan demir paraların sizi şaşırtmayacağına eminim çünkü ziyaretçiler buraya para atıp dilek diliyorlar. Yerebatan Sarnıcı’nda beni en çok etkileyen sütunlardan biri Medusa olmuştu. Burada altında Medusa başı bulunan üç sütun bulunuyor. Medusa’yı mitolojik efsanelerden hatırlarsınız; yılan başlı kadın olarak anlatılır. Medusa’ya dair ne yaygın efsaneyi anlatayım size.
Medusa çok ama çok güzel bir kadınmış, kapkara gözleri upuzun saçları ile hakikaten dillere desten bir güzelliği varmış ama bir aşk kıskançlığına kurban gitmiş. Medusa ve yarı tanrı Perseus büyük bir aşk yaşıyormuş. Zeus’un oğlu Perseus’a aşık olan Athena bu aşkı o kadar kıskanmış ki, Medusa’nın bütün güzelliğini elinden almak istemiş ve onun o uzun saçlarını yılana çevirmiş. Bununla da kalmamış ve onu lanetlemiş, Medusa’ya aşık olmak bir yana dursun, ona bakan tüm erkekler taşa dönmüşler. Perseus ne yapmış diye sorduğunuzu duyar gibiyim, insan bir şekilde bir yolunu bulmuş, aşkları galip gelmiş ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar, Athena’da kıskançlığından kurumuş gibi bir şeyler duymak istiyor ama öyle değil ne yazık ki. Perseus Medusa’nın başını kesmiş ve onun gücünü almış. Bu sayede de bütün düşmanlarını yenmiş. Bir başka efsaneye göre Medusa, Yunan mitolojisindeki üç Gorgona’ dan biridir. Gorgona’lar yer altı dünyasının dişi canavarlarıymış. Bu üç kız kardeşten yılan başlı olan Medusa, kendisine bakanları taşa çevirecek kadar güçlüymüş. Bu sebeple Antik Yunan’da özel yerleri korumak için Gorgona heykelleri kullanılırmış. Hatta Bizans döneminde bakanların taş kesilmesi için kılıçların kabzalarına ve sütunların kaidelerine ters olarak işlenmiş. Bir başka rivayete göre de Medusa yana bakarak kendisini taşa çevirmiştir. Anlayacağınız, Medusa’nın çilesi hiç bir efsanede bitmemiş. Sarnıca da bu sebeple Medusa başı konulduğuna dair söylentiler de var. Bu hikâyeleri bildikten sonra, sütunların altında ters duran Medusa başının o loş ışıkta çok daha etkileyici geleceğine eminim size. Bu arada, bu Medusa başlarının sarnıca nereden ve ne şekilde geldiği hiç bilinmiyor.
Yerebatan sarnıcında bir de gözyaşı sütunu var, ona ağlayan sütun da deniyor. Bu kadar ıslak bir yerde gözyaşı ile ilgili bir efsane olmasa olmazdı değil mi? Ağlayan sütun bir ağaç gövdesini andırıyor ve üzerinde dairesel motifler var, bu motifler tavus gözü diye adlandırılmış. Onca sütun içerisinde bir tek gözyaşı sütunu ıslak görünüyor. Rivayete göre, bu sütun Yerebatan Sarnıcı’nın yapımında çalışan kölelerin gözyaşları yüzünden ıslakmış, onların çilesini temsil ediyor yani. Dilek sütunu denmesinin sebebi de yine Ayasofya’daki Ağlayan Sütun gibi, gövesindeki deliğe parmağınızı sokup dilek dilemenizden kaynaklanıyor. Dileyenlerin dilekleri gerçekleşti mi bilinmez ama umut etmek her şeye rağmen güzel sanırım.
Unutmadan; Yerebatan Sarnıcı’nda zaman zaman şahane etkinlikler düzenleniyor. Ortamın akustiği ile dinlediğiniz müziğin tadına hakikaten doyum olmuyor. Aklınızda olsun.
Binbirdirek Sarnıcı
Yerebatan Sarnıcı’ndan sonra İstanbul’daki ikinci büyük su haznesi Binbirdirek Sarnıcı. Burası IV. yüzyılda Konstantin (Constantinus) zamanında yaptırılmış. Zamanla kuruduğu için 16 YY’dan itibaren atölye olarak kullanılmaya başlamış 3584 metrekarelik bir alana yayılıyor ve toplam 224 orijinal sütunu varmış, bu sütunlardan 212 tanesi bugüne sağlam ulaşmış. 224 sütunu varsa ismi neden Binbirdirek sarnıcı diye aklınızdan geçiyordur, eminim. Bu isim için bir takım rivayetler var elbette ama içlerinde en güçlüsü; sütun gövdeleri üst üste bindirildiği için sarnıç “bindir” ismi ile anılmış ama bu isim zamanla dilde aşına aşına “binbir”e dönmüş.
Sütun gövdelerine baktığımızda bazı Yunan harfleri olduğunu görüyoruz. Bunların ne olduğunu merak ederseniz hemen söyleyeyim; sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçıların işaretleri, bir nevi imzaları yani Binbirdirek Sarnıcı’ndaki sütunlar, üst üste bindirilmiş iki gövdeden oluşuyor ve üstlerinde hiçbir işleme bulunmayan kesik piramit biçiminde başlıkları bulunuyor.
Zamanında buraya bazı büyük konaklar da inşa edilmiş, bunlar arasında en ünlü ve ihtişamlı olan Fazlı Paşa’nın yaptırdığı ve Sultan I. Ahmet’in de misafir edildiği saray ama ne yazık ki 1660’ta Ayazmakapı yangınında tavanı yanmış. Daha sonra Defterdarlık Konağı olarak kullanılan başka bir konak yaptırılmış ama o da Hocapaşa yangını sırasında yanıp kül olmuştur. Yangınla ilgili bir uğursuzluk olduğuna inanmış olacaklar ki bunlardan sonra kimse başka bir bina inşa etmemişler.
Binbirdirek Sarnıcı müze olarak ziyaretçilerine açık, bunun yanı sıra kına gecesi, düğün, şirket yemekleri, defile, özel etkinlikler ve müzik festivalleri için de kullanılıyor.
Şerefiye Sarnıcı
Evet, bir Yerebatan, bir Binbirdirek Sarnıcı değil, daha az sütunu var ve daha ufak ama 1600 yaşındaki Şerefiye Sarnıcı’nı da görmeden gitmek olmaz. Bu sarnıcı İmparator II. Theodosius yaptırmış. Suları yine Belgrad Ormanı’ndan getirilmiş ve Bozdoğan Kemeri kullanılmış. Şerefiye Sarnıcı’Nın üzerine önce Arif Paşa Konağı (1910) sonra da Eminönü Belediye Binası (1950) yapılmış. Eminönü belediye binası 2010 yılında yıkılmış ve altında kalan sarnıç tekrar ortaya çıkarılmış. Şerefiye Sarnıcı tarihte Constantinus ve Theodosius olarak geçiyor Tıpkı Yerebatan ve Binbirdirek Sarnıçları gibi, o da Binbirdirek Sarnıcı’na bağlantılıymış. Zamanla sarnıç etrafındaki betornarme yapılardan kurtarılmış ve çevre düzenlemesinin ardından arkeolojik bir parka çevrilmiş.
Evet, Sultanahmet’den Gülhane’ye doğru ilerlemeden önce bir Sultanahmet köftesi hatırlatması yapayım, buralara kadar gelmişken yememek olmaz değil mi? Orjinal Sultanahmet köftecisi, tramvay durağının hemen karşısında küçük bir dükkan. Köfte, piyaz ve ayranla lezzetli bir öğle yemeği yiyebilirsiniz ama açlık sınırına dayanmadan gidin çünkü genellikle çok kalabalık oluyor. Telaşa kapılım zaman zaman az pişmiş köfteler gelebiliyor, o yüzden sipariş verirken iyi pişmiş yapmalarını rica etmeyi bir deneyin, şanslıysanız sizi duyan birileri olacaktır.
Ben köfte değil daha evrensel bir şeyler yemek istiyorum, uzun uzun oturacağım bir de manzara izleyeceğim derseniz o zaman size önerim; Dubb. Burası bir Hint restoranı Başlangıç olarak klasik Hint yemeklerinden biri olan lentil çorbasını alabilirsiniz, oraya özgü bir mercimek çorbası bu. Domates çorbası sevenlerdenseniz eğer, Hint baharatlarıyla mis gibi kokmuş domates çorbalarını da deneyebilirsiniz. Chana chat ( nohut salatası ) ya da Aloo chat ( patates salatası ) denemenizi mutlaka öneririm Elbette ikisi de Hint baharatlarıyla tatlandırılmış salatalar Deniz ürünü severseniz eğer, başlangıçlarda achari prawn’ı mutlaka deneyin, kendisi nefis bir çıtır karides bir de samosa; bu da geleneksel bir Hint böreği. İçinde kaju, üzüm, bezelye ve patates var. Ana yemek seçeneğiniz çok fazla, vejeteryan ya da etli körilerden seçebilir ya da tandır kebaplarından yiyebilirsiniz. Yanına denemek için Hint mutfağının meşhur biryani pilavlarından söylemeyi unutmayın. Ben en son gittiğimde 7-8 çeşit biryani yapıyorlardı ve kashmiri pulao cidden çok lezzetliydi, içinde safran, badem, kaju ve üzüm var.